Hakkımda

1 Mart 2017 Çarşamba

Petrol Fiyatlarının Tarihi


Petrol, endüstriyel ölçekte 1859 yılında Pennsilvanya eyaletinde çıkarılmaya başlandıktan sonra, çeşitli aşamalardan geçerek dünyanın en önemli enerji girdisi haline gelmiştir. Her alanda kullanılıyor olması, rezervlerinin asimetrik dağılımı gibi sebeplerle arzı ve talebi de birçok faktöre bağlı olarak değişiyor ve haliyle fiyatı etkileniyor. Yukarıdaki grafik, ABD Doları'nın 2013 yılındaki satın alma gücü ile 1861-2014 ham petrol varil fiyatını göstermektedir.

1850'li yıllarda petrol ilaç ve aydınlatma amaçlı olarak kullanılmaktaydı. Bu amaçla kullanılan diğer ürünler ise balina yağı ve hava gazıydı. Petrol ise bu emtialara rakip olarak ortaya çıktı. 1860'lı yıllardan itibaren ise petrolden elde edilen gaz yağı aydınlatma için kullanılmaya başlandı. Bu kullanım alanının ortaya çıkması ve ABD İç Savaşı esnasında finansman amacıyla ikamesi olan ürünlere vergi empoze edilmesi ile talep petrole kaydı ve fiyatı yükseldi.

1860'ların ortalarında ise "petrole hücum" dönemi ile birlikte ABD petrol üretimi 7 kat arttığından az fazlası sebebiyle petrol fiyatları hızla düşmüştür. 

Petrol fiyatlarının bir süre nispeten istikrarlı devam etmesinin ardından, 1890'larda Thomas Edison elektrikle aydınlatmayı gerçekleştirmiş ve petrolden elde edilen gaz yağına olan talep azalmıştır. Böylece petrol fiyatlarında bir düşüş ortaya çıkmıştır. Petrol teknolojiye yenilmiştir. Ancak petrolü zayıflatan teknoloji, 1900'lü yıllarına başında petrole tekrar hayat vermiştir. İlk başlarda elektrik ile çalışacak şekilde tasarlanan arabalar, içten yanmalı motorun keşfedilmesi ve yüksek verimle çalıştırılabilmesi sayesinde petrol talebini tekrar canlandırmıştır.

I. Dünya Savaşı öncesinde İngiltere ve Almanya donanma gemilerini kömürden petrol teknolojisine geçirmeye karar verdiler. Böylece I. Dünya Savaşı için petrol talebi de hazır bir şekilde beklemeye koyuldu. Haliyle de I. Dünya Savaşı'nın stratejik amaçlarından birisi de petrol rezervi olduğu düşünülen bölgelere hakim olmaktı.

1929 yılında petrol talebini etkileyen iki önemli olay gerçekleşmiştir. Birincisi arabaların yaygınlaşması ve talep artışı, ikincisi ise Büyük Depresyon sebebiyle gerçekleşen talep düşüşü. İkincisi daha ağır bastığından, talep azalmış ve fiyatlar düşmüştür.

I. Dünya Savaşı'nın ardından Almanya sentetik petrol üretimi üzerinde çalışmaya başlamıştır. Aslında bunun sebebi enerji kıtlığının savaşı kaybetme sebeplerinden birisi olarak görmesidir. Aynı hatayı yine tekrarlamak istemeyen Almanya doğal kaynaklara ve sömürgelere sahip olmadığı için teknoloji geliştirme konusunda hırslı davranmıştır ve aslında başarılı da olmuştur. 1940'ta Almanya'nın sentetik yakıt üretimi günlük 72.000 varil seviyesine ulaşmıştır. 1943 yılında ise bu miktar 124.000 varile çıkacaktır. Tabii ki Almanya bir yandan da petrol rezervlerine ulaşmak için çabalamaya da devam etmiştir. Bu amaç uğrunda, Hazar Bölgesi'ni kontrol altına almak için Rusya harekatını gerçekleştirmiş, ancak başarısız olmuştur. ABD'nin savaşa dahil olmasıyla birlikte, ABD Almanya'yı savaş dışı bırakmak için sentetik yakıt tesislerini bombalamıştır ve Almanya her iki dünya savaşında da enerji kıtlığının kurbanı olmuştur.

II. Dünya Savaşı'nın ardından, ABD petrol stratejisini değiştirmiştir. Savaş esnasında ABD müttefiklerin bütün petrol ihtiyacını karşılamıştı fakat bunu karşılığında bazı eyaletlerde petrol kıtlığı ortaya çıktı ve savaş sonrası ABD'nin petrol ithalatı petrol ihracatını geçti. ABD'nin stratejisi artık kendi rezervlerini saklamak ve ithal petrol kullanmak yönündeydi. ABD'nin dünyaya gerçekleştirdiği petrol arzı da azalınca petrol fiyatları tekrar yükseldi. Ortadoğu petrolleri henüz küresel talebi karşılayacak bir üretim seviyesinde oldukça uzaktı. Yine aynı dönemde iki petrol tankeri battınca küresel petrol taşımacılığında faaliyet gösteren 288 petrol tankeri bakıma alındı. Böylece kıtalararası petrol taşımacılığı da bir süreliğine durdu.

1956 yılında Mısır önemli petrol yollarından birisi olan Süveyş Kanalı'nı millileştirerek kapattı. Böylece Ortadoğu petrolünün Avrupa'ya akışı kesilmiş oldu. Bu olaydan sonra ise petrolün boru hatları ile taşınması enerji arz ve talep güvenliği açısından önemli hale geldi. Aynı dönemde elektrik üretiminin petrolden nükleere kaydığı da gözlemlenebilir.

1958 yılında Sovyetler Birliği'nin küresel petrol piyasasına girmeye çalışması sonucu petrol fiyatları düşmeye başladı. 1961 yılında ise Libya aynı şekilde satıcı olarak piyasaya girdi ve petrol fiyatlarındaki düşüş devam etti. 1967 yılında İsrail ve Arap ülkeleri arasındaki 6 gün savaşı sebebiyle Avrupa'ya petrol akışı bir kez daha durdu ancak Avrupa'nın talebi ABD tarafından karşılandı.

1970'li yıllarda petrol fiyatları düşmeye devam ederken 1973 yılında ikinci bir Arap-İsrail çatışması, Yom Kipur savaşı başladı. İsrail'e yardım eden devletlere petrol akışı tamamen kesildi. Ham petrol varil fiyatı dört kattan fazla yükseldi. Hemen sonrasında ise bir OPEC ülkesi olan Venezuela bütün yabancı petrol şirketlerini kamulaştırdı. Bu ise teknoloji sahibi petrol ithalatçısı ülkeleri bir kez daha yenilenebilir ve nükleer kullanmak konusunda motive etmiştir. Ayrıca bu gelişmelerin ardından 1974 yılında Uluslararası Enerji Ajansı kurulmuştur.

1970'li yılların sonunda İran Devrimi ile petrol arzının kesileceği korkusu (1973 tecrübeleri ile) sayesinde stoklama güdüsü sonucu petrol fiyatları bir kez daha keskin bir yükseliş yaşamıştır. Bu dönemden sonra uzun bir süre petrol fiyatları istikrarlı gitmiştir ve yenilenebilir enerji konusu tekrar unutulmuştur. 2000'li yıllardan itibaren küresel ekonomik büyüme dalgası petrol fiyatlarını istikrarlı bir şekilde yükseltirken özellikle AB ülkeleri yenilenebilir enerji teknolojilerine oldukça önemli destekler sağlamışlardır ancak hem 2008 finansal krizinin AB ülkelerinde bir mali krize dönüşmesi, hem de talepin azalması sonucu petrol fiyatlarının düşmesi ile yenilenebilir enerji sektöründeki büyüme de tekrar yavaşlamıştır.

13 Şubat 2017 Pazartesi

Enerjide Arzı mı Arttıralım, Talebi mi Kısalım?


Birincil fosil enerji kaynakları şimdilik neredeyse her türlü ekonomik faaliyetin bir girdisini oluşturmaktadır. Dolayısıyla günümüzde enerji yoksa üretim ve tüketim de yok sonucuna ulaşılabilir. Üzerinde düşünülmesi gereken konu ise, ne kadar enerji ile ne kadar üretim ve tüketim yapılacağıdır. Burada ekonomi bilimi devreye giriyor. Ekonomi, kıt kaynakların istek ve ihtiyaçlara en etkin biçimde tahsis edilmesi üzerine çalışan bir bilimdir ve bu durumda üretim istek ve ihtiyaç, enerji ise kaynak kesimini temsil etmektedir.

Türkiye'nin büyük bir enerji açığı olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Piyasaya arz edilen enerjinin yaklaşık %70'i ithalat yoluyla elde edildiğinden, en azından alternatif maliyet olarak (döviz dengesi açısından) kıt bir kaynak olduğu sonucu çıkarılabilir. Türkiye'nin dövize olan şiddetli ihtiyacının (Türkiye, ithalatsız üretim yapamayan bir ekonomik yapıya sahiptir) veri olduğu bir durumda enerji dengesi nasıl kurulmalı?

Enerji üretimi enerji tüketiminden büyük olduğundan, döviz açığını minimize edecek yöntem enerji üretimini arttırmak ve/ya enerji tüketimini azaltmaktır. Enerji üretimini arttırmak mevcut duruma çok mümkün görünmüyor çünkü temel enerji girdileri olan kömür, petrol ve doğal gaz Türkiye'nin siyasi sınırları içerisinde nadir rastlanan kaynaklar. Bu şartlar altında azalan verimler kanunu devreye girecek ve enerji üretimin arttırmaya çalıştıkça, üretilen enerjinin maliyeti de artacaktır. Enerji tüketimini doğrudan doğruya azaltmak da doğru bir karar olmayacaktır çünkü enerji tüketiminin azaltılması demek reel sektördeki üretimin ve istihdamın da azaltılması demektir.

Buradan üretimin bir veri ve sabit olduğu kabul edilerek, tüketimin kontrol altında tutulabileceği söylenebilir fakat bedeli ne olacaktır? Ekonomi biliminde her tercih bir maliyet unsurudur aynı zamanda. Enerji talebini kısarak ithalatın azaltılmasının maliyeti de üretim düşüşü şeklinde kendisini gösterecektir. Tam bu noktada enerji verimliliği çözüm olarak karşımıza çıkmaktadır.

"Enerji Yoğunluğu", belirli bir değerdeki üretimi gerçekleştirmek için (1.000 $ diyelim) gereken enerji miktarı anlamına gelmektedir. Dolayısıyla kısıt 1.000$ tutarında üretim yapmak, amaç ise bu üretimi gerçekleştirmek için kullanılacak enerji miktarını minimize etmektir. Böylece daha az enerji harcayarak daha fazla gelir elde edilebilir. Günümüzde ise Türkiye'nin mevcut ekonomik yapısıyla bunu gerçekleştirmek hayli zor görünüyor. Henüz kendi sanayi devrimini tamamlayamamış bir ülkenin çok az enerji harcayarak çok fazla üretim gerçekleştirecek şirketleri yoktur. Tam aksine, yüksek miktarda enerjiye ihtiyaç duyan, buna karşılık dünya piyasalarında emtialaşmış ve dolayısıyla düşük bedelli ürünler üretilebilmektedir. Enerji girdisini düşürerek aynı üretimi tutturmak biraz uzun dönemli bir çözüm gibi duruyor.

Daha düşük enerji yoğunluğu için atılacak bir diğer adım ise, mevcut enerji kullanımını düşürerek aynı faydayı sağlamayı amaçlamaktır. Bu açıdan enerjinin mevcut kullanım alanlarında iyileştirmeler gerekmektedir. Yalıtım malzemeleri, doğal aydınlatma sistemlerinin kullanımı, az yakıt tüketen arabalar, elektrik üretim teknolojilerindeki değişimler örnek olarak verilebilir. Konu tamamen kaynakların etkin kullanılması. Akla hangisi gelirse gelsin; enerji, döviz, insan, herhangi bir kaynağı sınırsızmış gibi kullanmak, hayati bir hatadır.

İthalat yapacak kaynaklara sahip olunamayabilir ama işin talep ayağında her zaman iyileştirme yapılabilir. Türkiye'nin problemi, bolluk ekonomisinin büyüsüne kapılıp tüketim yapmasıdır. Bolluk ekonomisi içinde yaşamayı hakedenler, bol üretim yapan ülkelerdir. Bu açıdan Türkiye bir tüketim ekonomisidir ve bu tüketimi de borç ile gerçekleştirmektedir. 2015 yılı itibarıyla Türkiye'nin brüt tasarruflarının milli gelire oranı % 14'tür. Tüketim toplumu dediğimiz ABD'nin ise % 19'dur. Çin ise gelirinin % 48'ini tasarruf etmektedir. Yatırım istatistikleri ise Türkiye için %20, ABD için % 20, Çin için ise % 43'tür. Bu ülkeler arasında Türkiye açık vermektedir ve dolayısıyla tüketim toplumu sıfatını haketmektedir. Peki Türkiye yatırımları ve tasarrufları arasındaki % 6'lık farkı nasıl karşılamaktadır? Bu da devletin bütçe dengesizliği ve ülkenin borçlanması vasıtasıyla sürekli açık vermesidir. Bu açığın bedeli ise maalesef faiz ve faiz vasıtasıyla ülke dışına giden kaynaklardır. Ülkenin borçlanma faizi yükseldiği zaman veya dışarıdan kaynak bulamadığı zaman ise varlıklarını satarak tüketimine devam etmekten başka çare kalmayacaktır.

20 Ocak 2017 Cuma

Enerji Arzı ve Talebi


Bu aralar bir süreliğine unutulmuş veya gündemin oldukça arka sıralarına düşmüş olan yerli otomobil projesine bir de Türkiye'nin enerji politikaları açısından bakmakta fayda var çünkü başlı başına bir politika önerisi.

Türkiye'nin birincil fosil enerji kaynakları (kömür, petrol ve doğal gaz) yeterli olmaktan çok uzak olduğunu biliyoruz. Buna rağmen tüketim, kaynak yetersizliği dinlemeden artmaya devam ediyor. Türkiye'nin ithalatının yaklaşık %20'si birincil enerjidir. Yani neredeyse Türkiye'nin cari açığına eşit. Bu yetersizlik ise bize iktisat tanımını hatırlatıyor.

İktisat biliminin günümüzde kabul gören en yaygın tanımı 1932 yılında Lionel Robbins tarafından şu şekilde yapılmıştır: 

"Ekonomi, insan davranışlarını alternatif kullanımları olan kıt kaynaklar ve ihtiyaçlar arasındaki ilişki şeklinde inceleyen bir bilimdir"

Bu tanım enerji açısından Türkiye'nin durumunu oldukça iyi açıklıyor. Türkiye'nin sınırlı enerji kaynakları var ve bu kaynakların arzı nüfus artışına ve ekonomik büyümeye paralel bir şekilde arttırılamıyor. Bu durumda enerjinin tüketiminde ekonomik davranmak gerekli. Burada ekonomik davranmaktan kasıt "lüzumsuzsa söndür" tavsiyesinin çok ötesinde uzun vadeli stratejiler gerektirmektedir.

Doğal kaynak arzının esnekliği düşüktür. Türkiye'deki petrol, doğal gaz ve kömür rezervlerinin miktarları arttırılamaz ancak daha verimli kullanılabilir. Teknolojik gelişmeler sayesinde güneş ve rüzgar enerjisi bu kıt kaynakları ikame edebilir. Tam bu noktada konunun tüketim yani talep tarafı devreye giriyor.

Rüzgar, güneş ve hidrolik enerji yenilenebilir enerji teknolojileridir ve aslında yine doğaya bağlı olduklarından inelastik bir arza sahiptirler. Türkiye'nin yağış rejimi düzensiz olduğundan özellikle yaz aylarında hidrolik santrallerin potansiyeli düşebilir. Güneş yıllık ortalamada yaklaşık 4,2 saat/gün, rüzgar ise 8 saat/gün elektrik üretimi sağlamaktadır. Yani bu teknolojiler güvenli ve kesintisiz bir elektrik enerjisi kaynağı olarak görülemezler.

Türkiye'de son dönemlerde yenilenebilir enerjiye önemli yatırımlar yapılmaktadır ancak bu birincil enerji ithalatında bir iyileşme sağlayamamaktadır. Yatırımların enerji ithalatını azaltabilmesi için arz değil talep yanlı bir yaklaşım daha doğru olur.

Türkiye'nin en büyük enerji ithalatı kalemleri ham petrol ve doğal gazdır. Yukarıda sayılan yenilenebilir enerji yatırımları petrol ithalatını azaltmaz çünkü ham petrol türevlerini yakıt olarak kullanan araçların talebinde herhangi bir değişiklik yok. Doğal gaz ve kömür ithalatını ise etkileyebilir çünkü bu iki kaynak elektrik üretiminde de kullanıldığından ithalat talepleri bir miktar azalabilir. Yine doğal gazın yarısı elektrik için kullanılırken diğer yarısı ısınma amaçlı olarak kullanılmaktadır. Evler elektrikle ısıtılmadığı sürece doğal gaz ithalatının ciddi ölçüde azalması da mümkün değil. Üstelik doğal gazın ısınma amaçlı tüketimi kışın gerçekleşiyor, yani güneş enerjisinden elektrik üretiminin en aza indiği dönemde.

Hatırlatmakta fayda var: Kaynak arzını istediğimiz gibi kontrol edemesek de kaynak talebini iyi bir planlamayla kontrol edebiliriz.
  • Elektrikli araba bu noktada devreye girebilir ve bir semboldür. Araçlar elektrik ile çalışmadığı sürece ham petrol ithalatında bir azalma olmayacaktır.
  • Evler doğal gaz dışında bir kaynak ile ısıtılmadığı sürece doğal gaz ithalatında da kayda değer bir azalma olmaz. Burada kömür dönüşün de bir anlamı yok. Çıkar yol elektrik ile birlikte ısıl güneş enerjisi teknolojilerinden destek almaktır.
  • Güneş enerjisi sistemlerini, rüzgar türbinlerini ve diğer termik santral mekanizmaları Türkiye'de üretilmediği sürece birincil enerji ithal etmek yerine teknoloji ithal edilmektedir. Dolayısıyla parasal olarak çok da farklı sonuçlara ulaşılmamaktadır.
  • Özellikle Türkiye için enerji verimliliği yüksek ürünler zorunlu tutularak hem üretimin enerji esnekliği arttırılmalı hem de 1.000$ GSYH için harcanması gereken enerjiyi gösteren enerji yoğunluğu düşürülmelidir.
Bunlar ilk akla gelen basit, doğru ama uygulaması zor çözümler. Ekonomi biliminin tanımını dikkate alarak, refah seviyesi ve ithalat gücü yüksek ülkelerin bile enerji ithalatına bir çözüm getirme gayretlerini görerek yalnızca arz yönlü değil talep yönlü adımlar da atılmalıdır ki Türkiye'nin ihtiyacı olan çok değerli sermaye birikimi adeta bolluk varmış gibi kullanılmasın.

11 Ocak 2017 Çarşamba

Sermaye-Emek İlişkisi ve Sömürü


Emek sömürüsü, uç noktası kölelik olan bir kavramdır. Köleliğin yasal olduğu dönemlerde dünyanın çeşitli bölgelerinde ve toplumlarında insanlar istekleri dışında, yalnızca yaşamak için gereken asgari girdiler için çalışmak zorunda bırakılmıştır. Dolayısıyla Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisi'nde yalnızca birinci basamakta kalmışlardır.

(Bir üretim faktörü olan emeğin karşılığı olan ücret verilmeyince de -kesinlikle tek faktör veya kaynak değil- batı medeniyetinin sermaye birikimi ortaya çıkabilmiştir. Marx'ın "artık değer" kavramı da buna karşılık gelmektedir)

Günümüzde ise ortaçağ anlamında köleliğin ortadan kalktığı söylenebilir ancak emeğin sömürüsü tamamen ortadan kalkmamıştır. Bununla birlikte, emek faktörünün her koşulda sömürüldüğü iddiası da devam etmektedir. İnsanların yaşadığı, kuralları insanların koyduğu ve her şeyin insan için yapıldığı algısının olduğu bir dünyada bu iddianın ortaya çıkması da normaldir. Abraham Lincoln'ün yukarıdaki sözü bu bakış açısının bir sonucudur (Emek sermayeden bağımsızdır ve sermayeden önce gelir. Sermaye yalnızca emeğin ürünüdür. İlk önce emek olmadan sermaye asla var olamaz. Emek sermayeye göre üstündür ve daha büyük bir değeri hak etmektedir). Kapitalizmin en önemli temsilcisi olan Amerika Birleşik Devletleri'nin, üstelik Cumhuriyetçi Parti mensubu başkanına ait bir söz.

İnsanlar yalnızca akıllarıyla değil, duygularıyla da hareket ederler. Saatlerce, en ağır işlerde çalışarak, hayatını tehlikeye atarak "hak ettiği düşünülen" ücretin çok daha altında emeğini satabilen insanlar, para kazanmak için başka insanların tenezzül etmeyeceği işlerde çalışan işçiler herkesin vicdanına dokunur. Peki bu emek sömürüsü müdür?

Herkesin bildiği gibi, spor ayakkabılarına bakarsanız hemen hepsinin Endonezya ve Vietnam gibi nispeten geliri ve haliyle ücret seviyesi düşük ülkelerde yapıldıklarını görürsünüz. Bir yandan bu insanlara üzülürüz ancak yine de o insanların ürettiği ürünleri satın alırız. Acaba bu insanlar sömürülüyor mu? Ya da neden hep aynı insanlar sömürülen sınıfındalar? Bu sarmaldan bir çıkışları yok mu?

Ekonomideki tam rekabet piyasası gibi hepimizin kafasında ideal ve mükemmel bir dünya vardır. Herkesin mutlu olduğu, istediği ücreti alabildiği, sıkıntı çekmeden yaşadığı ve ailesinin geleceğine yatırım yaptığı bir dünya birçok insanın hayali olabilir. Ne yazık ki gerçek dünya böyle işlemiyor. Refah için üretim yapılmalı, üretim için ise çalışılmalı. Her insanın nitelikleri aynı olmadığından, işlerin niteliği de aynı olmuyor. Bu durumda iş ve haliyle ücret farklılıkları ortaya çıkıyor.

Bu durum doğal olarak insanları rahatsız ediyor fakat ne yapılmalı sorusunun cevabı somut bir şekilde ortada yok. İlk başta arz ve talep grafiklerini öğrenen öğrencilerin düşündüğü gibi sorunun çözümü kolay görünüyor. Ancak sorunun çözümü için atılacak adımların yalnızca tek bir etkisi olmayacaktır.

Vietnam'da günde 10$ karşılığı çalışan birisini, spor ürünleri üreten firmanın sömürüsünden kurtarmaya çalışalım.

1) İşten istifa edilmesi: Sonuç, işsiz kaldı ve artık günlük 10$ tutarında gelirden mahrum olarak yaşayacak.
2) Fabrikanın kapatılması: Sonuç, fabrikada çalışan herkesin işsiz kalması, ülkenin GSYH'sının ve ihracatının düşmesi
3) Ücretlerin yükseltilmesi: Sonuç, fabrika daha düşük ücretlerin olduğu başka bir ülkeye gidebilir, 2. alternatif ile aynı olacaktır.

Görüleceği üzere serbest piyasa ekonomisindeki doğal düzen her şekilde kendisini gösteriyor. Bu durumda en mantıklı yaklaşım, işçilerin niteliklerinin eğitim ile arttırılarak daha fazla üretim ve daha fazla ücret elde edebilmelerinin yolunun açılması olacaktır.

Spor ürünleri üreten firmanın 100$ fiyat ile sattığı ürünün içinde, Vietnam'da saati 10 $ ücret ile çalışan işçinin katkısı ne kadar? İşçinin saatte 10 adet üretebildiğini varsayarsak, 1$ eder. Geri kalan 99$ firmaya mı kalıyor? Tabii ki hayır. İşçi tek başına bu ürünleri üretemeyeceği için bir fabrika arazisi, makine-teçhizat ve bunları bir araya getirecek bir yapıya ihtiyaç var. Bunun için de arazi sahibine, makine teçhizat sahibine ve girişimciye pay verilmelidir. Böylece üretimin gerçekleşmesi için gerekli kaynakları, yani üretim faktörlerini bir araya getirmiş olduk. Haliyle paydaşlar bunlarla sınırlı değil. Nakliye için, satış mağazaları için, müşteri hizmetleri için de ayrı kişiler ve kurumlar bu 100$'dan payını isteyeceklerdir. Mekan faydası yaratan nakliyeci bunun karşılığını alır. Mülkiyet faydası yaratan mağaza yatırımının karşılığını ister. Hal böyle iken kimin ne kadar pay alacağı bölüşüm problemini ortaya çıkarıyor ve sömürü tam bu noktada hayatımıza dahil oluyor.

Yukarıdaki paragraftaki bir noktayı tekrar etmekte fayda var. İşçi yalnızca kendi başına bu spor ayakkabıyı üretebilir mi? Bu sorunun cevabı hayır olacaktır. O halde spor ayakkabıdan elde edilen gelirin de tamamını ücret olarak alması düşünülemez.

Ekonomide dört temel üretim faktörü vardır: Toprak, sermaye, emek (ve girişim). Üretim süreci sonucunda ortaya çıkan değerden hangi faktör ne kadar pay alacak ve buna kim nasıl karar verecek? İçinde bulunduğumuz piyasa ekonomisi, "arz ve talep meselesi" diyerek işin içinden çıkıyor. Eğer ülkede toprak bolsa, toprak sahibinin elde ettiği getiri az olur. İşçi bolsa (işsizlik fazlaysa) ücretler düşük olur. Sermaye bolsa, sermayenin getirisi olan faiz düşük olur (Avrupa'da faizlerin düşük olması) ama hiç kimse sermaye sahipleri sömürülüyor, toprak sahibi sömürülüyor demez çünkü insanların davranışları yalnızca akılla açıklanmaz. İnsanların kurduğu bir düzende, her şeyin insanlar için insanların yararına çalışması gerekiyor ama emek faktöründe bir problem var. Hayalimizdeki dünyada merkezde olması gereken insan, çevreye itilmiş durumda. Merkezde ise sermaye var. Çalışmayan toprak ve işlemeyen sermaye kimseye zarar vermez ama çalışmayan bir insan toplumun gözüne batar. Bu sebeple asgari rant, asgari faiz, asgari kar gibi kavramlar yokken asgari ücret bir kanun olarak hemen her yerde vardır. Emek faktörünün sömürüldüğü düşüncesinin bir başka sebebi de sermaye sahibinin herhangi bir külfete katlanmadığı düşüncesidir. Oysa sermaye sahibi parayı biriktirerek aslında satın alabileceği ürünlerden vazgeçmiştir. Faiz de bu vazgeçişin karşılığıdır. Eğer herkes yeterli sermayeye sahip olursa, faiz de düşük olur. Aynen emek faktörünün fazla olması durumunda ücretlerin düşük olması gibi.

Serbest piyasa sistemi, ekonominin orman kanunudur. Kötülük yapmaz ama kuraları acımasızdır. Zalim değildir, yalnızca kurallarını uygular. İnsanlara kötülük yapmaz ama filtresinden geçemeyenlere de herhangi bir ayrıcalık sunmaz. Emek faktörü de üretim için gereken kaynaklardan yalnızca birisidir. Sistemin liberalizm veya sosyalizm olması sebepleri ve sonuçları değiştirmiyor maalesef. Ne olursa olsun hepsi ekonominin temel kurallarına bağlı kalmak zorunda.

Peki emek sömürüsü yok mu? Emek sömürüsü kesinlikle var ama romantizme takılıp kalmış bir şekilde değil, somut kavramlarla düşünülerek tespit edilebilir. Asgari ücretin altında işçilerin çalıştırılması, sigortalarının yatırılmaması veya eksik yatırılması, zorla ve tehdit ile çalıştırılması, iş güvenliği konusunda bilgilendirilmemeleri, yasal haklarını aramalarının önüne geçilmesi, uzun süreler çalıştırılmaları, fazla mesailerinin ödenmemesi, ücretlerinin geç ödenmesi, izinlerinin kullandırılmaması gibi uygulamalar emek sömürüsüdür. Bunun dışında bir sömürüden bahsetmek, vicdanen mümkünse de yaşamın kendi koşulları içerisinde mümkün değil. Tam bu noktada ise, amacı insanların refahını arttırmak olan bir sistemin düzgün işleyebilmesi ve insanı tamamen yok saymaması için devletin sistemi düzenleyebilecek kadar güçlü olması ihtiyacı ortaya çıkıyor.

18 Kasım 2016 Cuma

Ekonomik Kriz ve Haşlanmış Kurbağa



Özellikle sosyal bilimlerde sürekli anlatılan bir deney vardır. Kaynar suya atılan bir kurbağa sıcaklığın sebep olduğu şok ile hemen sıçrayarak kaynar sudan kurtulur fakat ılık suya atılan kurbağa suyun sıcaklığının yavaş yavaş artması sebebiyle haşlanmakta olduğunun farkında olmaz ve ölür.

Özellikle 2015 ve 2016 yıllarını kapsayan 2 yıllık süreçte insanlar sürekli bir ekonomik krizin geleceğini, krizin kapıda olduğunu veya zaten Türkiye'nin ekonomik krizi içinde olduğunu söylediler.

Öncelikle krizin tanımını yaparak başlayalım. TDK'ya göre kriz, "bir organda birdenbire ortaya çıkan fizyolojik bozukluk". Burada önemli kavram "birdenbire" ifadesidir. Dolayısıyla ekonomik kriz aniden ortaya çıkar sonrası ise depresyon veya buhran gibi kelimelerle tanımlanır.

Ekonomik kriz ise bir ülkenin enflsyon, istihdam, döviz kuru, GSYH gibi temel ekonomik göstergelerinde ortaya çıkan keskin iniş ve çıkışlardır. Her ülkede ortak olan göstergeler olduğu gibi farklı ülkelerde farklı göstergelerde değişim daha fazla olabilir.

Ekonomik krizler doğrudan dış kaynaklı değilse, bir ülke içinde basitçe şu şekilde ilerler:

1) Herhangi bir sektörde aşırı büyüme ve şişkinlik,

2) Bu sektördeki sağlıksız büyümenin sürdürülemez boyutlara ulaşmaya başlaması ve büyümenin hızının düşmesi

3) Sağlıksız ve sürdürülemez büyümenin oluşturduğu balonun patlaması (KRİZ)

4) Ekonomideki karar vericilerin yeni duruma uyum sağlamaya çalışması

5) Ekonomik faaliyetlerin yeni bir noktada dengeye gelmesi

Türkiye'nin iktisat tarihine bakıldığında, ekonomik krizler her zaman kendisini döviz kurunda artış şeklinde göstermiştir. Yani Türk insanının ekonomik krizden anladığı TL'nin değer kaybetmesi ve devalüasyondur.

Peki Türkiye'nin içinde bulunduğu durumda ne olur? İnsanlar neden ekonomik krizin yaklaşmakta olduğunu veya zaten ekonomik kriz yaşandığını iddia ediyorlar? Türkiye'de yaşananlara bir göz atılması gerekir.

1) Özellikle konut sektöründe sağlıksız bir büyüme zaten vardı. Türkiye'nin nüfusu belli olduğundan şimdi olmasa bile ileride sürdürülebilirliğin sonlarına gelinecektir.

2) Türkiye'de konut sektöründe bir yavaşlama var, eskisi kadar çok konut yapılmıyor, yapılsa da kolay satılamıyor, dolayısıyla hem konut sektörünün büyümesinde, hem de GSYH büyümesinde bir düşüş var.

3) Herhangi bir balon patlamadı, dolayısıyla krizden söz edemeyiz.

4) Ekonomide karar vericiler yeni duruma uyum sağlamaya çalışıyorlar, döviz kurunda hareketlilik var, BİST'te keskin hareketler var, siyasette bir miktar belirsizlik var ama insanlar hala ayakta.

5) Ekonomik faaliyetler yeni bir noktada dengeye gelemiyor çünkü dengeye gelecek yeni noktanın yeri sürekli değişiyor.

Bu maddelere baktığımızda aynı anda ekonomik krizin 1., 2., 4. ve 5. aşamalarında olduğumuzu görüyoruz. Tam da bu sebeple bir ekonomik kriz varsa bile insanlar farkında değil. Eskinden bir günde % 50 değer kaybı yaşayan TL (Devalüasyon olan dönemlerde) şimdi bu değer kaybını 1,5 yılda yaşıyor, dolayısıyla insanlarda herhangi bir tepki de olmuyor çünkü aniden gerçekleşen bir olay söz konusu değil. Her şey yavaş yavaş oluyor. Krizin 3. aşaması hiç gerçekleşmeyebilir. Balon patlamaz ve yavaş yavaş söner. Türkiye ekonomik kriz sürecinin, kriz hariç her aşamasını aynı anda yaşıyor ama balon patlamadığı ve ses çıkmadığı için kimse irkilmiyor.

Döviz kurunda bir artış var, işsizlikte bir artış var, enflasyon döviz kuru kaynaklı bir artış içinde, GSYH büyüme hızı potansiyel GSYH büyüme hızının altında görünüyor. Bunlar kriz işareti olmakla birlikte o kadar yavaş ilerliyor ki, insanlar da kolaylıkla adapte oluyorlar. Bu yavaş gerçekleşen krizin olumlu yönü. Fazlasıyla sinyal var. Ağır çekimde hareket eden bir düşman karşısındayız. Kötü yanı ise, düşmanın ağır çekimde hareket etmesinin insanlara sanki her şey yolundaymış izlenimi ve gereksiz bir özgüven veriyor olması. Düşmanın yavaş olması, güçsüz olduğu anlamına gelmez.

Sonuç olarak insanların Türkiye'nin içinde bulunduğu suyun bir şekilde ısındığının farkına varması ve bir ana önce buradan çıkması gerekli.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...